Bu yazının konusu AK Parti’nin ve AK Parti hükümetlerinin bürokratik vesayete karşı mücadelesidir. Bu çerçevede önce bürokratik vesayetin bir tanımı yapılacak ve bürokratik vesayetin ortaya çıkmasına yardımcı olan faktörler ele alınacaktır. Daha sonra bürokratik vesayetin özellikleri ve siyaseti okuması üzerinde durulacaktır. Ardından AK Parti iktidara geldiğinde zaten iktidarda olan bürokratik vesayetin kısa bir tarihi anlatılacak ve geride kalan yirmi yılda AK Parti’nin ve AK Parti hükümetlerinin karşılaştığı vesayetçi saldırılardan ve bu saldırılara verilen cevaplardan bahsedilecektir. Yazı sonuç bölümü ile sona erecektir.
Bürokratik Vesayet Düzeni Nedir ve Nasıl Doğar?
Bürokratik vesayet düzeni, adı üstünde, bürokratların daha doğru bir deyişle askerlerin siyasetçiye nispetle öne çıktığı ve sistemin temel dinamiklerini belirlemede söz sahibi olduğu bir düzendir. Aslında hemen her rejimde, ister demokratik isterse anti demokratik olsun, siyasetçilerle bürokratlar arasında bir gerilim vardır (Yayla 2015, 288). Bürokratlar zaman zaman söz söyleme ve icraat yapma hakkını kendi ellerinde toplamak isterler. Bu lokal olarak veya dönemsel olarak vuku bulabilir (Wilson 1975). Ancak bürokratik vesayet sistemi bürokratların kısmî egemenlik arayışıyla karıştırılmamalıdır. Bürokratik vesayet kavramıyla işaret edilen vaka, bürokratların kamusal alanda ve işlerde siyasetçiden önce ve önde görünmese de gerçek siyasî iktidarı tamamen değilse de önemli ölçüde ve hayli kalıcı şekilde elinde tutmasıdır (Mercimek 2018, 137). Sıradan bürokratik hakimiyetten bu niteliğiyle ayrılır.
Bunu başka bir şekilde ifade etmek gerekirse bürokratik vesayet sistemini bürokratların siyasetin zahmetlerine ve risklerine katlanmadan siyaseti önemli alanlarda belirleme gücüne sahip olması olarak tarif edebiliriz. Bu sistemde bürokrat devamlı ama görünmez şekilde siyasetin içindedir. Bürokrat, bürokrat politikacı diyebileceğimiz bir insan tipine dönüşmüştür. Siyasetçinin tabi olduğu kamusal müzakere, eleştiri ve hesap vermeden muaftır. Onun hatalarının faturası da bir şekilde siyasetçiye çıkartılır.
Bürokratik vesayet düzeni çeşitli faktörlerin tesiriyle kurulabilir, ortaya çıkabilir, doğabilir. Bu faktörleri beş ana başlık altına incelemek yerinde olur: 1) Tarihî faktörler 2) Meslekî faktörler, 3) Kültürel-ideolojik faktörler, 4) Darbeciliği meşru gören ve teşvik eden fikir ortamı, 5) Parçalanmış ve meşruiyet dışına çıkmış siyaset
Tarihî Faktörler
Tarihî faktörler ülke tarihinde yaşananlarla, olup bitenlerle alâkalıdır. Ülkenin kurtuluşunda veya kuruluşunda öncülük etmiş veya ülkede önemli tarihsel dönüşümlere imza atmaya çalışmış bürokratların bu olağanüstü dönemlerdeki anlayışı normal zamanlara taşımasıyla bürokratik vesayetçi zihniyet ortaya çıkar. Askerler bu durumda ülke ve halk için kendilerine her zaman görevler düştüğü kanaatini edinirler. Kendileri olmazsa ülkenin ayakta kalamayacağı veya tarihî dönüşümleri gerçekleştiremeyeceği fikrini ve hissini edinirler. Tarihte askerlerin oynadığı veya oynadığına inanılan rollere ilişkin örnekler bulurlar ve bu örnekleri günü kapsayacak ve günümüz için ders alınacak şekilde yorumlamaya çalışırlar. Tarihte başarılı olmuş veya öyle sunulmuş bürokratik müdahale örnekleri askerler için büyük bir müşevvik ve özgüven kaynağı olarak görülür ve değerlendirilir.
Meslekî Faktörler
Askerlerin meslekleri onlara öncü rol düştüğü kanaatini belirlemede rol oynar; çünkü ülkenin tek veya esas silahlı kesimidirler. Bu yüzden bir tür ayrıcalıklı statüye sahiptirler. Silah karşısında hiç kimsenin duramayacağını, silahlar konuşunca insanların susacağını bilirler. Silah onlara büyük özgüven verir. Böylece bir süre sonra sivilleri küçük görmeye başlarlar, hatta sivillerin yapılması gerekenleri yapmayarak vatana ihanet içine düştüğü kanaatine kapılırlar. Vatanı kurtarmak veya kollamak onların olağan görevidir. Bu görev sadece düşmanlara karşı sınırları korumakla sınırlı olamaz. Ona ilaveten ülke içindeki ihanetlere ve yanlışlıklara da itiraz etmeyi ve onları ortadan kaldırmayı kapsar.
İdeolojik-Kültürel Faktörler
Yukardaki unsurların da tesiriyle ülkede egemen siyasi kültürde askerlerin koruyucu ve kollayıcı, yerine göre öncü ve devrimci rolü hakkında bir ideoloji gelişir. Askerler bu ideolojiyi en iyi anlayan, yaşayan ve temsil eden kesim olarak kendilerini görürler. Bu kanaat toplum katlarında da yankılanır. Askerlerin sivil ortakları büyük ölçüde bu kültürel-ideolojik ortamın etkisinin sonucu olarak onlarla işcbirliği yapar. Askerlerin merkezde olduğu ideolojik yorumlar ülkenin selameti için asker anlayışının ülkeye egemen olması ve siyasetçiler tarafından da benimsenmesi ve izlenmesi gerektiğini söyler. Askerler hemen hemen her zaman haklıdır ve eleştirilmeleri ülkeye kötülük yapmak olarak görülür. Sivil hayattın her alanında, özellikle üniversitelerde ve medyada askerlerin görüşlerini günlük hayatta yorumlayan ve savunan kimseler vardır. Bunlar konuşma ve değerlendirmelerinde askerleri doğrudan veya dolaylı olarak överler. Dolaylı övgü askerin muhaliflerini sıkı sıkıya eleştirmek suretiyle yapılır. Doğrudan övgü ise askerlerin sivil idareye karşı eylem ve işlemlerini açıkça ve aşkla övmek suretiyle gerçekleştirilir. Kabahat mütemadiyen askerlerin gittiği yoldan gitmeyenlere ve askerlerin ikaz ve taleplerine uymayanlara bulunur. Askerler ülkenin en güvenilir kurumunda toplanmış olarak görülür. Bu tezi desteklemek için, çoğu zaman manipüle edilmiş hatta sadece masa başında üretilmiş kamuoyu araştırmaları sahneye sürülür ve topluma yansıtılır.
Darbeciliği Meşru Gören ve Teşvik Eden Fikir Ortamı
Askerlerin siyasete müdahaleci olmasını meşru gören fikir insanlarının ve kuruluşların olduğu bir ortamda bürokratik vesayetin kendine sivil görünümlü ama topluma askerler gibi bakan ve toplumun yukardan aşağı emir komuta zinciri içinde sevk ve idare edilebileceğini düşünen ortaklar ve destekçiler bulması zor olmayacaktır. Üniversitelerde askerin müdahalelerinin demokratik teori ve demokrasi pratiği açısından niçin ve nasıl yanlış olduğu yerine bu müdahalelerin niçin gerekli ve şart olduğunun öğretildiği bir ülkede askerlerdeki vesayetçi arzular ve tutumlara gem vurmak çok zor olacaktır. Geçmişe ilişkin değerlendirmeler yapacak kimselerin siyasetin sorunlarının veya siyasetin yarattığı sorunların yine siyaset ortamında, siyasî sınırlar içinde ve siyasî araçlarla çözüleceğini benimsemek yerine askere müracaatı normalleştirmesi de askerlere bir teşvik sağlamak anlamına gelecektir. Keza medya organlarının siyasete anti demokratik müdahaleleri eleştirmek yerine alkışladığı ülkelerde de askerler siyasete müdahale etmekte ve vesayetçi sistemler kurmakta çok arzulu olacaktır.
Parçalanmış ve Meşruiyet Dışına Çıkmış Siyaset
Son olarak bürokratik vesayet sisteminin kuracak aktörlerin kendilerine siyasî ortaklar bulması da vesayetçi sistemin kurulmasını kolaylaştıracaktır. Siyasî partilerin ve taraflarının birbirini rakip değil düşman gibi görmesi, birbirlerini devamlı vatana ihanetle suçlaması, birbirini periyodik olarak tekrarlanan yarışlar içinde yenmeyi değil yok etmeyi hedeflemesi siyasî uzlaşmayı zorlaştırır. Böyle bir ortamda olağan yollarla iktidara gelme şansı olmayan partiler olağandışı yollara başvurmayı gerekli ve normal bulabilir. Bu yüzden iktidar partilerine askerî müdahaleleri hoş karşılayabilir hatta teşvik edebilir. Müdahalelerin yarattığı rüzgâr ile tek başına iktidara gelebilir veya koalisyon hükümetlerinde iktidara ortak olabilir. Bu durumda da askere ses çıkartmamayı, onun dediği istikamette hareket etmeyi seçebilir. Aynı şekilde, çok sayıda partiden oluşan zayıf koalisyon hükümetleri askere itiraz etmekte zorlanabilir. Koalisyon partileri arasında bazıları fikir ortaklığı veya ikna ve tehdit ile askerlerin istediği istikamette hareket edebilir. Bu da bürokratik vesayetin ortaya çıkmasını, zaten var ise ömrünün uzamasını kolaylaştırır
Bürokratların Siyaset Yorumu
Bürokratik vesayet düzeninde askerlerin siyaset yorumu çeşitli şekillerde tezahür eder.
Bir yol çoğulcu ve rekabetçi siyasetin kötülenmesi ve neredeyse toptan reddedilmesidir. Bu yaklaşım siyasetçiyi ülke çıkarlarını değil kendi şahsî çıkarlarını gözetmekle, uzun vadeli değil kısa vadeli düşünmekle, ülkenin kurucu değerlerinden veya ana hedeflerinden uzaklaşmakla itham eder. Günlük siyasî çekişme ve kavgaları açık gerçeğin reddedilmesi olarak görür ve kınar. Kendisinin siyaset üstü olduğunu ve ülkenin menfaatlerinden, iyiliğinden başka bir endişesi olmadığını vurgular. Bu yol demokrasiyle idare edilmek isteyen bir memlekette çok da geçerli değildir. Çünkü demokrasi kaçınılmaz olarak çoğulcu siyaset, siyasi rekabet ve siyasî itişme ve kakışma demektir.
Bununla bağlantılı bir diğer yol devletin iktidar alanını, bu iktidar alanı hemen hemen tümüyle politik olmasına rağmen, yukarda da işaret edildiği üzere, politik alan ve apolitik alan olarak ikiye ayırmaktır. Bu anlayışa göre ülkenin kısır günlük siyasî çekişmelere dâhil veya kurban edilmemesi gereken işleri vardır. Bu alanlarda doğru bellidir, tektir ve de askerler tarafından bilinmektedir. Askerler bu alanların siyasileştirilmemesini, apolitik alan olarak görülmesini ve korunmasını talep eder. Kendilerini apolitik alana konumlandırır ve siyasete müdahalelerini bir siyasetin başka bir siyasete müdahalesi olarak değil de apolitik alanın politik alana kaşı korunması olarak görür ve sunar. Böylece siyasetin tahripkâr etkilerinden ve sonuçlarından uzak kalmayı ve görüşlerine herkesi bağlayıcı nitelikler kazandırmayı başarır. Apolitik alandaki alt alanlar ve mevzular demokratik siyasetin olağan tartışmalarına açılmaz.
Siyasete biraz daha sempati duyan bir yaklaşımla, asker vesayetçi siyaseti ikiye ayırmayı tercih edebilir: Yüksek siyaset ve alçak siyaset. Kendisinin yüksek siyaseti takip ve temsil ettiğini, muarızı politikacıların ise alçak siyasetle meşgul olduğunu öne sürer. Yüksek siyasete ülkenin âli menfaatlerinin ve iyiliğinin kısır günlük siyasî kavgalara konu ve malzeme edilmemesi ve her zaman itibar ve ilgi görmesidir. Askerin siyasete müdahalesi bu çerçevede yüksek siyaset anlayışının alçak siyaset anlayışına müdahalesi olarak görülür. Bu şekilde tanımlanmış siyaset, askere diğer siyasetçilerin maruz bırakıldığı eleştirilerden uzak kalma imkânı sağlar. Alçak siyaset ise daha ziyade yüksek siyasetin belirlediği çizgiler içinde kalmak şartıyla hayatın günlük ve sıradan işleriyle meşgul olmaktadır. Alçak siyaset kendisine tahsis edilen alanda kalmalı, o alanın dışına çıkmaya ve taşmaya tevessül etmemelidir.
Bürokratik Vesayet Düzeninin Özellikleri
Bürokratik vesayet düzeni açık askerî diktatörlüklerden farklı bir sistemdir. Bu sitemde görünüşte veya bir dereceye kadar siviller egemendir, ama aslında egemen olan asker bürokratlardır. Askerler ortada pek gözükmezler, günlük tartışmalara ve kavgalara girmezler. Yapmak istediklerini vesayetin kurumları içinde, olabildiğince sessiz veya gizlice yapmaya çalışırlar (Pennington 2009, 165). Zaruri veya kaçınılmaz olduğunda genellikle sivil ayakları onların yerine günlük hayatın akışı içinde onların görüşlerini seslendirir ve savunur. Bu bir anlamda örtülü bir egemenliktir. Örtülü egemenlik elbette çeşitli avantajlar ve dezavantajlar yaratır.
Her halükârda vesayet düzeni yaratmak açık bir askerî rejim kurmaktan daha faydalıdır; çünkü askerler alanları dışında genellikle bilgisiz ve acemidir. Sosyal hayatı askerî hayat gibi emir-komuta zinciri içinde ve yukardan aşağıya doğru işletilebileceğini zannederler. Bu ebette büyük bir yanılgıdır. Dolayısıyla açık bir askerî diktatörlük asker bürokratların ülkenin ağır problemlerinin altında ezilmelerine yol açar ve 15-20 sene içinde askerlerin egemenliğinin belki de bir daha geri gelemeyecek şekilde ortadan kalkmasına sebep olabilir. Bu yüzden bürokratik vesayet sisteminde askerler örtülü egemenliği açık egemenliğe tercih eder.
Örtülü egemenlik, egemeni bir anlamda sorumsuz kıldığı için, egemenliğin ömrünü ve egemen gücün iktidarını uzatabilir. Bu sayede askerî egemenliğin ömrü egemenlik altında bulunanalar çoğu zaman farkına bile varmadan onu devam ettirilebilir. Hatta buna ilişkin olarak gelişecek kültür bu durumun normal görülmesi sonucunu dahi verebilir.
Askerî ideoloji bu şekilde yaygınlaşır. İnsanların kafasındaki asker imajı demokrasinin koruyucusu olarak şekillenir. Bu aslında hak edilmemiş ve gerçeğin tersine bir imajdır. Demokrasinin korunması değil bir şekilde öldürülmesi veya yaşayamayacak derecede baskı ve sınırlama altına alınması söz konusudur. Ancak vesayetin uzun sürmesi yukarda işaret edildiği üzere durumun kiteler tarafından olağan kabul edilmesi sonucunu verir.
Vesayetin en büyük dezavantajı ise kendi kendisini tahrip etme potansiyelini bünyesinde taşımasıdır. Şeklî bile olsa demokratik kurumların ve kuralların varlığı bir süre sonra bu kurumlarda (partiler) ve süreçlerde (seçimler) yer alanların gerçekten yetki sahibi sanmasına ve işleyen bir demokrasi arayışına girmesine yol açabilir. Bu, örtülü egemenlik sistemini zora sokar. Özellikle farklı görüşlerden siyasi partiler sistemi zorlar. Dolayısıyla sistem sürdürülemez veya sürdürülmesi çok güç hâle gelir. Bunu önlemenin bir yolu, siyasetçiler arasındaki bölünme ve uzlaşmaz çatışmaları teşvik etmektir. Böylece siyasetçi demokrasiyi asıl imkânsızlaştıran aktörle değil, aslında aynı alanda yer aldığı aktörle mücadele içine girer.
AK Parti’nin İktidara Geldiği Ortam
AK Parti, doğal olarak, bir bürokratik vesayet sistemi ortamında iktidara geldi. Başka bir deyişle, bürokratik iktidar, parti iktidara geldiğinde, zaten iktidardaydı.
Türkiye’de bürokratik iktidarın kuruluş sürecinin tarihi Osmanlı Devleti’nden başlatılabilir (Çolak 2019, 44-45). Osmanlı Devleti’nde özellikle Batı’yı yakalama hedefiyle başlayan modernleşme sürecinde, bürokratlar başı çekmekteydi. Ancak bu oturmuş bir durum olmaktan ziyade bir tür iktidar savaşı içinde ortaya çıkan bir durumdu. Kurumlaşma kendisini özellikle artık padişahın önemli ölçüde sembolik hâle getirme sürecinde ilerlediği bir ortam içinde İttihat Terakki’nin 1908 darbesiyle gerçekleşme yoluna girdi. Denebilir ki 1913 ve sonrasında iktidar hemen hemen tamamıyla asker kökenli bürokratların eline geçmişti.
Cumhuriyet Türkiye’si eskiyi, yani Osmanlı İmparatorluğu’nu neredeyse bütünüyle reddetme ilkesi üzerine kuruldu. Ancak hayat hükmünü icra eti ve yeni devlet hem zihniyet hem de kurumlaşma bakımından eski devletin devamı oldu (Akıncı, 95). Tek parti döneminde sisteme askeri müdahale görülmemesinin en önemli sebebi iktidar sahiplerinin eski ordu mensupları olması ve bu şekliyle askerlerin hâkimiyetinin adeta kurumsallaşmasıydı. Ancak, demokrasiye geçer geçmez orduda huzursuzluklar başladı ve bürokratik vesayet arayışları devreye girdi.
Türkiye 1960 darbesiyle demokrasiye karşı ilk açık saldırıya şahit oldu. Darbe, ne yazık ki, kalıcılaştırılmak istendi ve 1961 Anayasası ile bu istikamette adımlar atıldı. Bu adımların toplu sonucu, adına bürokratik vesayet sistemi denen sistemin anayasal olarak tesis edilmesiydi. Bu sistem 1980 darbesi ve 1982 Anayasası ile yenilendi, tahkim ve takviye edildi.
Bürokratik vesayet sisteminin esası bir taraftan demokrasiyi muhafaza etmeye veya ediyormuş gibi görünmeye diğer taraftan demokratik süreçler ve kurallardan muaf tutulacak alanlar tesisi etmeye yönelikti. İlk bakışta kendi başına, müstakil alanlar olarak görülen alanlar, topluca düşünüldüğünde, demokratik siyasetin hareket ve etki alanını ciddî şekilde sınırlamaktaydı. Bu şekilde etki ve yetki alanı ikiye ayrılmış olmaktaydı. Bunlardan birincisi, demokratik aktörlere, seçim kazanarak iktidara gelen siyasî partilere tahsis edilmişti. İkincisi ise demokratik etki ve murakabeden hayli uzak olan bürokratik iktidar odaklarına ayırılmıştı.
Bu tür bir sistemin tesisi edilmesinde çeşitli faktörler etkili oldu. İlki seçmen kitlelerinin genellikle ‘yanlış’, yani seçimi kazanmaması, aslında var bile olmaması gereken partilere oy verdiğine inanılmasıydı. Bu ilk demokratik seçimler olan 1950 seçimleriyle boy gösteren bir durumdu. Halk, teoriye göre Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran, onu çeşitli reformlarla, hatta bir bakışa göre devrimlerle biçimlendiren bir ekibe ve bu ekibin siyasî yapılanması olan Cumhuriyet Halk Partisi’ne teveccüh göstermesi gerekirken, onunla tam tersi istikamette özelliklere sahip olan Demokrat Parti’ye oy vermiş, onu iktidara getirmişti.
Bu belki bir kaza olarak görülebilirdi. Ancak, 1954 ve 1957 yıllarında gerçekleştirilen seçimlerde seçmenler aynısını yaptı ve CHP’ye karşı DP’yi iktidarda tuttu. Bu üç seçimin sonuçları CHP’nin siyasî sözcülüğünü yaptığı tabakalar, özellikle tek parti dönemi elitleri arasında, kendi hâline bırakılan seçmen tabakalarının oy vermemesi gereken partiye oy vermesi anlamına gelmekteydi. Bu neredeyse değiştirilemez, önüne geçilemez bir durumdu; çünkü siyasete sadece elitlerin bakış açısından bakmayan, her türlü faktörün tesirinde kalan milyonlarca seçmen aynı tutumu devam ettirmeye istekli ve meyilli görünmekteydi.
İkincisi, CHP’de toplaşan elit tabakaların Türkiye Cumhuriyeti’nin kendi eserleri olduğuna kuvvetle inanmasıydı. Eser kendilerinin olduğuna göre onu korumak ve kollamak görevi de kendilerine düşmekteydi. Bu, dışa dönük olmaktan ziyade içe dönük olmayı gerektiriyordu. Cumhuriyetin temel değerlerinin korunmasını en az bağımsızlığın korunması kadar önemli görmekte olan elitler, değişen siyasî ortamda korumacılık görevini kendi üstlerine aldı. Hem cumhuriyetin temel özelliklerinin neler olduğunun belirlenmesi hem de bunların ne şekilde uygulanacağını tayin etme yetkisini kendilerinde görerek bir tür cumhuriyetin koruyucusu ve kollayıcısı rolünü üstlendi. Bu rolün hakkıyla üstlenilmesi demokratik siyasetten ve süreçlerden etkilenmeyecek bir kurumlar kurallar dizisinin yaratılmasını gerekli kılmaktaydı.
Böylece 1961 Anayasası bir taraftan çoğulcu siyaseti muhafaza etmeye çalıştı, diğer taraftan da çoğulcu siyasetin geliş gidişlerinden etkilenmeyecek bir kurumlar ve değerler dizisi yarattı. Başka bir deyişle, siyaset alanını, yukarda işaret edildiği üzere, yüksek siyaset ve alçak siyaset alanı olarak ikiye ayrıldı. Alçak siyaset yarışan siyasi partilere, özellikle iktidara gelme ihtimali bulunan CHP dışındaki partilere bırakıldı. Bu alanda parti çokluğu, siyasî rekabet, yarışmacı ve sonuç verici seçimler, partilerin tek başına veya koalisyonlar içinde iktidara gelişleri ve gidişleri vardı. Düşük siyaset daha ziyade ülkede günlük işlerin idare edilmesiyle ilgiliydi. Ekonominin çekip çevrilmesi, millî eğitimde okul ve sınıf yapılması, öretmemen atamaları, destek alımları, memurların maaşlarının ödenmesi, alt yapı ve imar yatırımlarının gerçekleştirilmesi vs. iktidarın görevleri arasında sayılmaktaydı.
Yüksek siyaset alanı ise demokratik süreçlerle ve kurallarla ilgili olmayan, kendi kendini atayan ve yeniden üreten, halkla ve halk temsilcileriyle göreve geliş ve gidiş bakımından ya hiç ilişkisi bulunmayan ya da sadece şeklî bir ilişkisi bulunan, esas itibariyle bürokratik çevrelerde öbeklenen bir kurumlar dizisine ayrılmıştı. Bürokratik vesayet merkezî gücünü TSK’nın teşkil ettiği ve en mühim formel yapılanması 1961 Anayasası tarafından tesis edilmiş olan Milli Güvenlik Kurulu’nda en açık biçimde tecelli etti. MGK adeta hükümet içinde bir hükümet veya ikinci hükümet gibiydi (Erdoğan 1997, 285). Ancak, MGK, elbette, bürokratik vesayetin başladığı ve bittiği kurum değildi; çeşitli yerlerde ve alanlarda uzantıları vardı. Asker bürokratlar aynı zamanda çeşitli ayaklar tarafından desteklenmekteydi. Bunlar arasında sivil görünümlü olanlar da mevcuttu. Bu destek kurumları esas itibariyle yargı bürokrasisi, üniversiteler ve medyaydı. Bunların her birinin diğerlerininkilerle iç içe geçmiş fonksiyonları ve görevleri vardı. Yargı siyasete sivil görünümlü ama genellikle askerlerin istediği çizgide müdahalelerde bulunmaktaydı. Partileri kapatmakta ve siyasilere siyaset yasağı cezası vermekteydi. Üniversiteler resmî ideolojinin yeniden üretildiği ve her gelen nesle zerk edildiği ortamlardı. Medya da bürokratik vesayetin önemli bir ayağıydı ve sivil görünümü olmasına rağmen bir taraftan ideolojik tek biçimlilikle, diğer yandan kâğıt sübvansiyonları ve Basın İlan Kurumu destekleriyle kontrol altın alınmış ve vesayet kurumları arasına eklenmişti.
Sapkın parlamenter sistem içinde yürütmenin iki başlı olması da vesayet sisteminin güç kaynaklarından biriydi. Sistem içinde devlet başkanlığı makamı bir anlamda askerlere tahsis edilmişti. 1961’den Turgut Özal’ın 31 Ekim 1989’da cumhurbaşkanı seçilmesine kadar tüm devlet başkanları bu kaynaktan geldi. Siyasetçilerin direnişi ve bürokratik odakların kendi iç çekişme ve kavgalarının zaman zaman kazalar olmasına ve sonunda makamı Özal gibi sivil siyasetten gelen bir isme kaptırmalarına rağmen, plan büyük ölçüde işledi. Bu, üçlü (cumhurbaşkanı, başbakan ve bakan imzasıyla) kararname ile yapılan atamalarda bürokratik vesayet odaklarının daha fazla etkili olmasına yol açtı. Böylece bürokratik iktidar odakları olağan şartlarda demokratik usullerle göreve gelen siyasetçiye ait olması gereken yerlerde sorgusuz sualsiz iktidar oldu.
Bürokratik vesayet odaklarının iktidar alanı kültürel olarak Türkiye’nin resmî ideolojisinin benimsenmesi, korunması ve yeni nesillere enjekte edilmesi etrafında toplandı. İdeolojik hâkimiyet aynı zamanda onların eleştirilerden bir anlamda muaf olmasını sağladı veya eleştirilere kolayca cevap vermesine de yardımcı oldu. Yüksek siyaset alanına eğitimde müfredatın, savunma ve dış politikada ülkenin ana çizgisinin belirlenmesi, TSK’nın sistem içinde özerkliğinin korunması, TSK’da ve yargıda üst düzeyde atamalar gibi alanlar ve konular dâhil edildi.
Bürokratik vesayet odakları seçilmiş siyasetçiye en acımasız ve vahşi saldırılarından birini 28 Şubat post modern darbe sürecinde gerçekleştirdi. Vesayet odakları Millî Görüş geleneğinden gelen Necmettin Erbakan’ın başbakanlığından hiç memnun değildi. Onun şahsında ülkede her geçen gün büyümekte olan bir irtica tehlikesi görmekteydi. Bu yüzden orduda ve ortaklarında kıpırdanmalar vardı. Nihayet 28 Şubat 1997’de yapılan Millî Güvenlik Kurulu toplantısında üniformalı memurlar siyasetçilere karşı harekete geçti. Kurulda bazı kararlar alındı ve Anayasaya göre tavsiye niteliğinde olmasına rağmen bu kararlar uygulanmak üzere hükümete gönderildi. Sonunda baskılara dayanamayan başbakan pozisyonunu yardımcısı Tansu Çiller’e devretmek üzere görevden istifa etti. Kendisi de daha önceleri askerî müdahalelerden çok sıkıntı çekmiş olan Süleyman Demirel belki korkusundan belki bürokratik vesayetçi zihniyetle beraber çalışma düşüncesinden hareketle çeşitli denemelerden sonra başbakanlık görevini muhalefete verdi.
Ancak bu yıllar boyunca Türkiye’nin sosyolojik yapısında önemli gelişme ve değişmeler vuku bulmaktaydı. Nüfus artmış ve toplum gitgide daha çoğul hâle gelmişti. Muhafazakâr kitleler daha görünür olmuştu ve muhafazakâr ailelerin bilhassa kız çocukları üniversite kapılarına dayanmıştı. Muhafazakâr iş insanları boy göstermeye ve devlete dayanmadan bütün dünyada ve bütün dünya ile iş yapmaya başlamıştı. Ülkede ilk defa liberal bir entelektüel akım başlamıştı. 28 Şubat’ta başı çeken askerler bütün bu gelişmeleri okuyamadığı gibi vahim bir hataya da imza attı. Önceki müdahalelerde askerler genellikle siyasî liderlikleri hedef alırken, bu sefer, özellikle başörtülü üniversite öğrencileri üzerinden geniş halk kitlelerini hedef tahtasına oturttu. 28 Şubatçıların bir diğer anlamadığı, ülkede demokrat bir entelektüel blokun varlığı oldu. Değişik ideolojik geleneklere mensup, ortak payda olarak demokraside buluşan hayli geniş bir aydın tabakası vardı. Bunlar da siyasî sistemi eleştiriyor ve demokrasinin gelişmesini istiyordu. Bunun olması içinse bürokratik vesayetin geriletilmesi gerekmekteydi.
Refah Partisi 21 Mayıs 1997’de Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş tarafından “Lâik Cumhuriyet ilkesine aykırı eylemler” iddiasına dayanarak açılan ve 8 ay süren dava sonunda, 16 Ocak 1998’de Anayasa Mahkemesi tarafından kapatıldı. 17 Aralık 1997’de, Refah Partisi’nin kapatılması ihtimaline karşı Millî Görüş çizgisindeki bir parti olarak İsmail Alptekin başkanlığında Fazilet Partisi kurulmuştu. Fazilet Partisi de Refah Partisi’nin devamı olduğu gerekçesiyle Vural Savaş tarafından açılan dava sonucunda 22 Haziran 2001’de kapatıldı. Fazilet Partisi içinde gittikçe belirginleşen bir ayrışma ortaya çıkmıştı. Bir tarafta Erbakan’ın klasik çizgisini takip eden Gelenekçiler diğer tarafta daha demokratik bir çizgiye doğru kaymakta olan Yenilikçiler vardı. İlk grup Erbakan’ın tartışılmaz liderliği altında eski usul siyaset yapmayı istiyordu. İkinci grup Türkiye’nin daha demokratik bir ülke hâline getirilmesini istiyordu. Sonunda ilk grup Saadet Partisi’ni kurarak yola devam ederken ikinci grup, yani Yenilikçiler ekipten ayrıldı ve 14 Ağustos 2001’de Adalet ve Kalkınma Partisi’ni kurdu. Partinin lideri Tayyip Erdoğan Siirt’te okuduğu bir şiir yüzünden cezalandırmış ve siyaseten yasaklı durumuna düşmüştü.
2002’de Kasım ayında yapılan genel seçim, sürpriz şekilde, AK Parti’nin zaferiyle sonuçlandı. Cem Uzan’ın Genç Parti’sinin yaklaşık %7 oy almasının da tesiriyle ilginç bir durum ortaya çıktı. Türkiye Büyük Millet Meclis’inde sadece iki parti temsil ediliyordu: AK Parti ve CHP. Her iki parti de, Meclis’te, aldığı oya nispetle aşırı bir temsil gücüne sahipti. Oyların yaklaşık %35’ini alan AK Parti Meclis’in %60’ından fazla sayıda milletvekilliğini elinde tutmaktaydı. CHP de, AK Parti’ye nispetle daha az olmasına rağmen, Meclis’te aşırı temsil edilmekteydi.
Lideri siyasî yasaklı bir parti 2002 seçimlerini kazanmış ve iktidara gelmişti. Liderin yasağı da Deniz Baykal’ın başını çektiği bir süreçle ortadan kaldırıldı. Erdoğan 2003 Mart’ının 9’unda Siirt’te yapılan ara seçimde milletvekili olarak Meclis’e girdi. 14 Mart 2003’te ilk hükümetini kurdu. O günden bu satırların yazıldığı Temmuz 2022’ye kadar da hem başbakan hem cumhurbaşkanı olarak iktidarın başında.
Erdoğan iktidara geldiğinde yukarda özelliklerinden kısaca bahsettiğim bürokratik vesayet sistemi iş başındaydı. AK Parti’nin büyümesine büyük bir ihtimalle bürokratik vesayet ortaklarının siyasî sisteme ve insan haklarına gereksiz ve yanlış müdahaleleri yardımcı olmuştu. Erbakan çizgisi kendi hâline bırakılsaydı küçülecekti. Zira oyları 1995’te Refah Partisi’nde %21 iken 1999’da Fazilet Partisi’nde %15 civarına inmişti. Ancak, bürokratik vesayet ortaklarının kamu vicdanını rahatsız eden müdahaleleri AK Parti’nin hem doğmasına hem de tek başına iktidar olmasına büyük katkı sağladı.
Elbette bürokratik vesayet odakları bu gelişmeden pek memnun değildi. Tehlike olarak gördükleri bir gelenekten gelen bir siyasî hareket artık tek başına hükümeti kurabilecek güce ulaşmıştı. Bu onların işini zorlaştırdı. Ancak, klasik çizgilerinden vaz geçmeye niyetleri yoktu. Bu yüzden AK Parti hükümetlerinin ömrü büyük ölçüde bürokratik iktidar odaklarıyla mücadele içinde geçti. Bu odaklar çeşitli yol ve yöntemlerle değişik şekillerde AK Parti’ye müdahale etmeye, onun spesifik icraatlarının önünü kesmeye veya onu iktidardan indirmeye gayret etti.
AK Parti’ye Büyük Müdahaleler
AK Parti’ye yönelik birçok müdahalenin veya müdahale çabalarının olduğunu biliyoruz. Bu yazıda ele almaya çalışacağımız genellikle ‘büyük’ müdahale adını verebileceğimiz müdahaleler. Bir de AK Parti’ye yönelik ve ‘küçük müdahale’ adını verebileceğimiz müdahaleler var. O kadar ki, bu tür müdahalelerin bir kısmı bugün unutulmuş bile olabilir. MGK toplantılarında hava, olup bitenler, askerlerin siyasetçilere karşı tavrı hakkında fazla bilgimiz yok. Bu yüzden en azından dışardan gözlemciler için küçük müdahalelerin tam bir dökümünü yapmak çok zor. Ancak siyasetçilerin, özellikle Erdoğan’ın hatırlarını yayınlaması hâlinde hem MGK’daki ortam hem de küçük müdahaleler hakkında daha fazla bilgi sahibi olabileceğiz. Bu yazıda ise, daha ziyade, ülkedeki herkesin malumu olan ve medyada haberlere konu teşkil eden büyük müdahaleler üzerinde duracağız.
Yazıda ele alınacak büyük müdahaleleri şöyle sıralayabiliriz: 367 olayı, Cumhuriyet mitingleri, 27 Nisan 2007 bildirisi, 2008’de Anayasa Mahkemesi’nde AK Parti’yi kapatma davası, HSYK mücadelesi, Balyoz darbe toplantısı, 7 Şubat 2012 MİT krizi, Mayıs-Haziran 2013 Gezi İsyanları, 17/25 Aralık 2013 polis-yargı darbe teşebbüsü, 1/19 Ocak 2014 MİT tırları operasyonu, 15 Temmuz 2016 darbe teşebbüsü. Bu müdahale teşebbüslerinin bir kısmının, özellikle 7 Şubat 2012 krizinin ve sonrasındakilerin klasik askerî vesayet odakları tarafından değil yeni bir aktör olarak müdahale geleneğini devralmış ve modernize etmiş FETÖ’nün çabaları sonucu ortaya çıktığına dikkat edilmelidir. Buna rağmen bu işler de vesayet sistemi çerçevesinde görülüp değerlendirilebilir.
367 Olayı
Ahmet Necdet Sezer’den boşalan cumhurbaşkanlığı makamına TBMM tarafından seçilmesi 2007 yılının ilkbaharında gündeme geldi. 1980 darbesinin gerekçelerinden biri olarak kullanılan ve gösterilen cumhurbaşkanı seçimindeki tıkanmayı aşmak için 1980 Anayasası ile yeni bir düzenleme yapılmıştı (Karatepe 2018). Buna göre TBMM en geç dördüncü turda ve en az salt çoğunluk ile cumhurbaşkanını seçecekti. Yani AK Parti olağan şartlarda tek başına cumhurbaşkanını seçecek güce sahipti.
Ancak, Sabih Kanadoğlu adlı Yargıtay Başsavcısı bir görüş ortaya atarak, TBMM’nin cumhurbaşkanı seçmek için toplantı yeter sayısının Meclis’in üçte ikisi, yani 367 olduğunu ileri sürdü. Bu aslında açıkça anayasaya aykırı bir yorumdu, çünkü Meclis’in salt çoğunlukla cumhurbaşkanı seçmesini engelleyen bir durumdu. Ancak, konu Anayasa Mahkemesi’ne taşındı ve bürokratik vesayet sisteminin önemli bir parçası olarak Mahkeme’den 27 Haziran 2007’de Kanadoğlu’nun görüşü istikametinde bir karar çıktı. Böylece bürokratik iktidar odakları hoşnut olmadıkları bir cumhurbaşkanının seçilmesini engelledi. AK Parti adayı Abdullah Gül cumhurbaşkanı seçilemedi. Bu olayda Meclis toplantısına katılmayarak Gül’ün seçilmesini engelleyen Mehmet Ağar ve Erkan Mumcu’nun hangi faktörlerin tesiriyle böyle yaptıklarını bilmiyoruz. Bürokratik bir baskı veya telkin ile karşılaşmış olmaları ihtimâl dâhilinde.
367 olayı Türkiye’de hükümet sistemi değişikliğine giden süreci de başlatan olay olarak yorumlanabilir. Nitekim AK Parti bu oyuna cevap olarak cumhurbaşkanının halk tarafından doğrudan seçilmesini öngören bir anayasa değişikliğini TBMM’den geçirdi ve halkoyuna götürdü. Sembolik bir tarih olarak 12 Eylül 2010’da yapılan oylamayla değişiklik halk tarafından kabul edildi.
Nisan-Mayıs 2007 Cumhuriyet Mitingleri
Ahmet Necdet Sezer’den sonra yeni cumhurbaşkanı seçiminin gündeme gelmesi ve bu makama ‘irticaî’ birinin seçilmesi ihtimâli bürokratik vesayet odaklarını iyice tedirgin etti. Onlar, bu makama dindar, namaz kılan, karısının başı örtülü birinin çıkmasından gerçekten çok korkuyorlardı. Ancak, bu sefer işleri de zordu, çünkü tehditle korkutabilecekleri bir hükümet yoktu. Bu yüzden sivil dinamikleri, toplumdaki tabanlarını ve uzantılarını harekete geçirmeye ihtiyaç duydular. Fiiliyatta askerlerin, görünürde bazı sivil kişi ve grupların inisiyatifinde Ankara, İstanbul ve İzmir’de hayli geniş katılımlı mitingler düzenlendi. Mitinglerin ilki 14 Nisan 2007’de, Cumhurbaşkanlığı seçiminden iki hafta önce Ankara’da yapıldı. İkinci miting 29 Nisan’da İstanbul Çağlayan meydanında gerçekleştirildi. Üçüncü ve dördüncü mitingler 5 Mayıs’ta Manisa ve Çanakkale’de yapıldı. Beşinci ve son miting ise 13 Mayıs’ta İzmir’de düzenlendi.
Bu mitinglerde taşınan pankartlar arasında orduyu ‘göreve’ davet eden, yani açıkça askerî müdahale talep eden pankartlar da vardı. Genel olarak iktidar aleyhtarı bir hava taşıyan mitingler AK Parti’nin kendi içinden birini cumhurbaşkanı seçme niyetine ve çabasına gösterilen bir tepkiydi. Mitinge katılanlar cumhurbaşkanlığı makamının kendileri gibi düşünen ve yaşayanlara ait olduğunu ve öyle kalması gerektiğini düşünüyordu. Tahmin edileceği gibi medya da bu mitinglere büyük destek verdi.
27 Nisan 2007 Bildirisi
AK Parti’nin yeni cumhurbaşkanını seçip seçemeyeceği tartışmaları olanca hararetiyle devam ederken, bu tartışma ortamına bomba gibi düşen bir olay oldu. 27 Nisan 2007 günü gece yarısına yakın bir saatte Genel Kurmay Başkanlığı’nın web sitesinde Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt tarafından kaleme alınan bir bildiri yayınlandı. Bildiride yeni cumhurbaşkanı seçimine ilişkin olarak, “sözde değil özde laik” bir cumhurbaşkanı istendiği dile geitirilmekteydi. Bu AK Parti iktidarlarına askerlerin yaptığı ilk açık ve doğrudan müdahaleydi, hükümete verilmiş bir muhtıraydı. Seçilmiş siyasî otoritenin emrinde olması gereken Türk Silahlı Kuvvetleri Genel Kurmay Başkanının ağzından ve onun aracılığıyla müstakbel cumhurbaşkanında aranacak vasıflar dikte etmeye çalışmaktaydı. Denilenin yapılmaması, yani cumhurbaşkanlığına bir AK Partilinin seçilmesi halinde tarihimizde birçok örneği görüldüğü gibi peşinden açık bir müdahale, bir darbe gelebilirdi.
Bildiri aynı zamanda Türk siyasî tarihi açısından bir dönüm noktası teşkil etmekteydi. AK Parti bildiriyi görmezden gelemezdi; ya bildiriye uyup talep edileni yapacaktı ya da bildiriyi reddedip gerekli ve hak edilen cevabı verecekti. Bereket versin ki ikinci yol takip edildi. Ertesi gün bildiriye bir karşı bildiriyle cevap verildi ve ordunun emir verecek değil emir alacak bir kurum olduğu ve seçilmiş hükümetin emir ve gözetimine tabi olduğu vurgulandı.
Anayasa Mahkemesi’nde 2008’de AK Parti’ye Kapatma Davası
Bürokratik vesayet sisteminin sac ayaklarından birinin yargı yapılanması olduğuna daha önce işaret etmiştik. Nitekim Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından dışlanan ve zararlı olduğuna kanaat getirilen siyasî oluşumlar daha önce pek çok defa Anayasa Mahkemesi tarafından çeşitli ve çoğu zaman asılsız veya önemsiz gerekçelerle kapatılmıştı. Bürokratik iktidar odakları AK Parti’ye karşı da aynı yola gitti ve AK Parti’ye Mart 2008’de kapatma davası açtırdı.
Davayı açan Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya idi. Yalçınkaya AK Parti’nin “laikliğe aykırı fiillerin odağı haline geldiği” gerekçesiyle açtığı davada, partinin kapatılmasını, dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan başta olmak üzere, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül dahil 71 kişinin 5 yıl süre ile siyasetten uzaklaştırılmasını talep etti. İddianameyi Anayasa Mahkemesi’ne 14 Mart 2008’de sundu. Anayasa Mahkemesi iddianameyi 31 Mart 2008’ta kabul etti. 16 Haziran günü Adalet ve Kalkınma Partisi esas hakkındaki savunmasını verdi. 30 Temmuz 2008 tarihinde kamuoyuna yapılan açıklamada, partinin temelli kapatılması talebinin bir oy farkla reddedildiği, fakat hazine yardımının belirli bir oranda kesilmesine karar verdiği duyuruldu. Kapatma talebine 6 üye hayır, 5 üye evet derken, hazine yardımının kesilmesi hususunda 11 üyenin 10’u kesilmesi yönünde oy kullanmıştı.
Bu da çok kritik bir adımdı. Zira Anayasa Mahkemesi üyeleri seküler hassasiyetleri ve Türk Silahlı Kuvvetleri’ne bağlılıkları bilinen kimselerdi. Yargılama sonucunda AK Parti’nin ‘laiklik aleyhtarı’ faaliyetlerin odağı hâline geldiği tespiti buna işaret etmektedir. Partiyi kapatma talebi bir oy farkla reddedildi ama parti hazine yardımından bir yıl için mahrum bırakılma cezasına çarptırıldı. Muhakeme sürecinde neler olup bittiğinden tam manasıyla haberdar değiliz. Ancak, kapatma kararı çıkmış olsaydı bugün AK Parti diye bir parti var olmayacaktı.
Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu Mücadelesi
Hâkimlerin ve savcıların üst idarî organı, o zamanki adıyla, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) yargı sistemimiz içinde her zaman hayatî bir öneme sahip olagelmiştir. Klasik yapılanması içinde yargı içi bürokratik ilişkilerin bir sonucu olarak ve siyasetin ve siyasetçilerin formel müdahalesinden büyük ölçüde azade biçimde yapılandırılmıştır. Genel olarak uzun süre yüksek yargı organlarının üyeleri HSYK üyelerini ve HSYK üyeleri ise yüksek yargı organlarının (Yargıtay ve Danıştay) üyelerini belirlemiştir.
1980 darbesinin ardından 1981’de çıkarılan 2461 Sayılı Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu Kanunu ile hakimlerin ve savcıların idarî durumu tek bir kanunla düzenlendi. Bürokratik vesayetin önemli ayaklarından biri olarak Ergenekon ve Balyoz yargılamalarına karşı direnen HSYK’yı değiştirmeyi de amaçlayan 2010 yılı anayasa değişiklikleri gerçekleşince değişikliğin yolu açıldı. 6087 Sayılı Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu Kanunu ile yeniden şekillendi. Kurul yirmi iki asıl ve on üç yedek üyeden oluşacaktı. Üç daire hâlinde çalışacaktı. Kurulun başkanı kurulun doğal üyesi olan adalet bakanı olacaktı. Kurul üyeleri Cumhurbaşkanı, Yargıtay, Danıştay ve Türkiye Adalet Akademisi genel kurullarınca seçilecekti. Bu değişiklikle yargı mensuplarının kendi aralarından seçim yaparak 10 üye belirlemesinin yolu açıldı.
2017 yılındaki anayasa değişiklikleri ile kurula yeniden müdahale edildi. Bu şarttı, çünkü önceki değişiklik FETÖ’nün kurulda ağırlığı ele geçirmesiyle sonuçlanmıştı. Adı Hâkimler ve Savcılar Kurulu’na çevrildi. Üye sayısı azaltılarak yirmi ikiden on üçe düşürüldü ve yedek üyelik kaldırıldı. Daire sayısı da üçten ikiye indirildi. Üyelerin seçiminde ise Yargıtay ve Danıştay genel kurullarının yetkisi sürerken, demokratik bir atılımla, seçimle göreve gelen cumhurbaşkanına ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne de üye seçme yetkisi tanındı. Bakan ile birlikte, bakan yardımcısı da kurulun doğal üyesi olacaktı. Üyelerin görev süreleri dört yıldı, süreleri bitince tekrar seçilebileceklerdi. Meslekten çıkarma haricindeki cezalara karşı yargı yolunun kapalı olmasına ilişkin düzenlemeler varlığını devam ettirecekti.
Klasik, siyasetçiyi ve seçilmiş siyasetçiyi dışlayan bir yapılanmayla yargı bürokrasisinin bürokratik vesayet düzeni içinde Türk silahlı Kuvvetleri’nin müttefiki olması şaşırtıcı görünmez. Nitekim 28 Şubat sürecinde yüksek yargı organı mensuplarına askerler tarafından brifing verilmiş ve bu kimseler askerlere göre büyümekte olan irticaî tehlikeye karşı uyarılmış ve bilinçlendirilmiştir. Oysa hakimler kâğıt üzerinde hiç kimseden telkin, tavsiye ve talimat alamazlar. Bu brifingler ise yargıya bir bakıma talimat verme anlamına gelmekteydi.
AK Parti HSYK yapılanmasını değiştirmek için epeyce mücadele vermek zorunda kaldı. Bunun için hem Yargıtay ve Danıştay’ın hem de HSYK’nın yapısına müdahale etme gereği vardı. Bu, tipik olarak, bu kuruluşların üye sayısını kanunlar aracılığıyla artırarak aralarındaki bürokratik vesayet odaklarına doğrudan mensup veya onların etkisinde kalmaya açık kimselerin sayısal yoğunluğunu azaltmak suretiyle yapıldı. Gelgelelim, bu, ne yazık ki, daha sonra niteliği ve boyutları gerçek veya gerçeğe yakın şekilde anlaşılacak başka bir tehlikenin de büyümesi anlamına geliyordu: FETÖ.
AK Parti demokratik siyasî meşruiyete sahipti ama bu bürokratik vesayet odaklarıyla mücadelede yetersiz kalmasına engel teşkil etmiyordu. Bürokratik alanda verilen mücadele kaçınılmaz olarak bürokratlar gerekiyordu. AK Parti iktidar partisi olmasına rağmen kendi bürokratları yok denecek kadar azdı. Bu nedenle AK Parti bir anlamda elinde büyük bir bürokratik güç bulundurduğu daha sonra anlaşılacak olan Gülencilerle adı konulmuş veya konulmamış bir ittifaka girdi. Yargıtay’da daire ve üye sayısı artırıldı. HSYK’nın yapısı 2010 referandumunun ardından değiştirildi ve üye sayısı yükseltildi. Üyelerin 10 tanesinin kürsü hakimlerinin oy kullanma hakkına sahip olduğu seçimlerle belirlenmesine karar verildi. Bu şartlar altında bir blok olarak hareket ettiği anlaşılan Gülenciler HSYK’da ağırlığı kazandı. Bu aslında yargıdaki bürokratik vesayet düzeninin yıkıldığı veya yıkılmakta olduğu anlamına gelmiyordu. Olan, bürokratik vesayet odağının yenilenmesinden ibaretti.
2003 Balyoz Darbe Seminerleri
AK Parti iktidara gelir gelmez bürokratik vesayet odaklarının, özellikle de vesayetçi askerlerin rahatsızlığı ortaya çıktı. Orduda kıpırdanmalar vardı. ‘Genç subaylar rahatsız’ söylemi bunu yansıtıyordu. Bu bakımdan AK Parti’nin iktidara gelmesi Demokrat Parti’nin iktidara gelmesine benzemekteydi. DP 14 Mayıs 1950 seçimlerini kazandığı zaman da ordudan bazıları CHP Genel Başkanı İnönü’yü ziyaret etmiş ve isterse kendisini iktidarı DP’ye devretmeme kararı alması durumunda destekleyeceklerini iletmişti.
Bu rahatsızlık sonucunda AK Parti iktidarı daha bir yılını doldurmadan 1. Ordu komutanı Orgeneral Çetin Doğan’ın öncülüğünde İstanbul’da 5-7 Mart 2003 tarihlerinde bir seminer yapıldı. Seminerde üzerinde çalışılan senaryo askerin hükümete karşı harekete geçmesini ihtiva etmekteydi. Seminerde kullanılan yer ve aktör adları da doğrudan hükümeti hedef almaktaydı. Seminer açıkça bir askerî darbe çağrışımı yapmaktaydı. Daha sonra bir FETÖ yayın organı olduğu anlaşılacak olan Taraf gazetesi tarafından haberleştirilen olay büyük tartışmalara sebep oldu. Toplum bu sayede olan biteni öğrenebildi. Seminer bir darbe hazırlığı olarak okundu ve 2009-2010 yıllarında yargıya taşındı.
7 Şubat 2012 Millî İstihbarat Teşkilâtı Krizi
Takvimler 2012’yi gösterdiğinde bürokratik vesayet sistemi bir dönüm noktasındaydı. Geleneksel Kemalist vesayet odakları, özellikle Ergenekon ve Balyoz yargılamaları ve onlar etrafında dönen tartışmalarla epeyce yıpranmıştı. Askerlere yönelik tutuklama ve yargılama hamleleri bu odakları tabiri caizse kendi derdine düşürmüştü. Ancak, bu, bürokratik vesayet sisteminin sonunun geldiğini göstermiyordu. Sistem, bir anlamda, kabuk yeniliyordu. Kemalist vesayet odaklarının yeri FETÖ’cü vesayet odakları tarafından alınmaktaydı.
7 Şubat 2012’de patlak veren MİT krizi Fetulahçı vesayet odaklarının ilk müdahale ataklarından birini teşkil etti. Operasyon MİT başkanına yönelikti ama asıl hedef Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’dı. Nitekim Erdoğan da bunu böyle açıkladı. Ancak, ne dediğinin toplumca anlaşılması biraz zaman alacaktı. Bu teşebbüste Fetulahçılar savcı-polis iş birliğiyle hareket etti.
MİT krizi MİT başkanlığına atanmış olan Hakan Fidan’a ve birkaç MİT görevlisine yönelik bir hamle ile başlatıldı. Fidan tanık olarak ifade vermek üzere FETÖ’cü savcı tarafından çağrıldı. Muhtemelen ifade esnasında tanıklığı sanıklığa çevrilecek ve göz altına alınacaktı. Gerekçe olarak ise ‘teröristlerle pazarlık’ gösterilecekti. Çünkü bir süre önce MİT’e bağlı görevliler PKK temsilcileriyle Oslo’da görüşmeler yapmıştı. Bu görüşmeler Başbakan Erdoğan’ın talimatıyla ve onun bilgisi altında gerçekleşti. Amaç PKK terörünü sona erdirmek ve uzun süredir Türkiye’nin canını yakmakta olan Kürt sorununa bir çözüm bulmaktı. 13 Eylül 2011’de kamuoyunda “Oslo görüşmeleri” olarak bilinen ses kayıtlarının basına sızdırılmasıyla operasyonun başlatılmış ve adım adım planlanmıştı.
Ancak FETÖ’nün asıl hedefi MİT başkanı Fidan değil bizzat Başbakan Erdoğan’dı. Başbakan’ın nasıl yargılanabileceğine ilişkin özel bir düzenleme vardı ama bu düzenleme ‘teröristlerle pazarlık yapmak’ gerekçesiyle aşılabilirdi. MİT’e operasyonun tarihi de özenle seçilmiş ve Başbakan’ın ameliyatta olacağı bir tarihe denk getirilmişti. Operasyon başarılı olsaydı Başbakan büyük bir ihtimalle elleri hastane karyolasına kelepçelenmiş olarak uyanacaktı. Bir tesadüf başbakanın ameliyatının gecikmesine, gecikme Fidan’ın Erdoğan’a ulaşma imkânı bulmasına ve Erdoğan’ın Fidan’a ifade vermeye gitmeme ve gerekirse silahla direnme talimatı vermesine yol açtı.
Mayıs-Haziran 2013 Gezi İsyanları
Gezi isyanları sivil görünümlü bir darbe çabasına da sahne ve şahit oldu. Gezi’de isyan meşru demokratik hükümetin park yerinde eskiden var olan ve tek parti diktatörlerinden İsmet İnönü tarafından yıktırılan Topçu Kışlası’nı yeniden inşa etme planını engellemek isteyen bir grubun karara karşı direnmesiyle başladı. İlk önce bir grup parkın bir bölümünü işgal etti. İşgalcilere karşı daha sonra FETÖ iltisaklı oldukları anlaşılan polislerin abartılı şiddet kullanması toplumda tepki çekti. Bu arada CHP’nin Kadıköy mitingini iptal ederek katılımcıları Taksim’e yönlendirmesi olayların kitlesellik kazınmasına büyük katkıda bulundu. Kısa sürede hükûmete karşı tüm hoşnutsuz kesimler Gezi olaylarının parçası olmaya başladı.
Olaylar tüm Türkiye’ye yayıldı. İsyancıların talepleri genişledi, yeni havalimanı yapılmaması, Atatürk Kültür Mekezi’nin yenilenmek üzere yıkılmaması gibi noktaları da kapsamaya başladı. Meşru demokratik otoritenin almış olduğu ve insan haklarına ilişkin olmayan, yani hiçbir vatandaşın temel hak ve özgürlüklerinde bir ilerleme veya gerilemeye yol açmayacak olan bir karar şiddet içeren eylemler yoluyla engellenmek istendi (Yayla 2022). Çok sayıda polis aracı, itfaiye aracı, ambulans yakıldı. Özel mülklere ve kamu mülklerine zarar verildi. Gezi parkı iki hafta işgal atında tutuldu. Eylemcileri temsilen Başbakan ile görüşen gruptan bazılarının zafer havasına girerek varılan mutabakattan cayması üzerine Gezi’deki işgal yarım saat içinde polis tarafından sona erdirildi.
Kitlesel bir eylemler zinciri olarak Gezi’ye değişik amaçlara sahip kişi ve grupların katıldığı açık bir gerçek. Gezi’de Fetulahçı vesayet odaklarının önemli rollerinin olduğu da. Nitekim işgalcilerin ilk günlerde kurdukları çadırları yakan ve işgalcilere karşı aşırı şiddet kullanan polislere talimatların Fetulahçı amirleri tarafından verildiği daha sonra anlaşıldı. Gezi isyanlarının muhtemelen uluslararası boyutları da vardı. Belki de Arap Baharı’na yönelik operasyonların başlangıcıydı. Türkiye’de bir iktidar değişikliği gerçekleştirilebilseydi, İslam ülkelerindeki reformcu arayışların önünü kesmede kullanılabilecek iyi bir malzeme üretilmiş olacaktı.
17/25 Aralık 2013 Polis-Yargı Darbe Teşebbüsü
FETÖ’cü vesayet odakları artık önemli ölçüde Kemalist vesayet odaklarının yerini ve rolünü almıştı. En büyük avantajı, henüz toplum tarafından farklarına varılmaması ve gizli bir örgütlenme olmasıydı. Seçilmiş iktidara karşı devlet içinden harekete geçmişlerdi. Bu bakımdan da Kemalistleri takip etmekteydiler. Bir istihbarat örgütü olmaları çeşitli kişi ve kesimleri, kendilerine muhalif olanlar dahil, manipüle etme ve kullanma gücüne sahip bulunmaları gerçeğinin ana kaynağıydı.
17 Aralık 2013 ve 25 Aralık 2013 tarihilerinde, sabahın erken saatlerinde, iki dalga hâlinde, yargı-polis iş birliğiyle, yolsuzluk iddialarının gerekçe, hukukun kılıf ve hukukçu ve polislerin silah olarak kullanıldığı operasyonlar gerçekleştirildi. Haklarında yolsuzluk iddiaları bulunan 4 bakana ve İran ile ilişkilerde ABD’nin koyduğu ambargoyu deldiği iddia edilen Halkbank’a karşı harekete geçildi. Bu esnada iktidara ve Başbakan’a karşı muazzam bir medya kampanyası da yürütülmekteydi. Medya ve sosyal medya montaj olduğu veya yasa dışı dinlemelere dayandığı anlaşılan kasetleri yayınlamaktaydı.
17/25 Aralık operasyonları, aslında yargı-polis iş birliğinde gerçekleştirilen bir darbe teşebbüsüydü. Operasyonda toplumda hemen herkesin rahatsız olduğu yolsuzluk gerekçesi öne sürüldü. Ancak, asıl hedef kuşku yok ki Başbakan idi. AK Parti özenle dışarda tutulmaya ve Erdoğan’sız AK Parti’nin başta kalmaya devam edeceği mesajı verilmekteydi. Bunda amaç da AK Parti’nin dayandığı geniş kitleleri karşısına almama arzusuydu. Ancak başı kopartılmış bir iktidar partisinin ne ise o olarak kalma ve yaşama şansı yoktu. Başbakan böylece yalnızlaştırılacak ve kolayca av hâline getirilecekti. Operasyon devlet güçlerinin yaptığı meşru ve haklı bir operasyon olarak sunulmaya çok elverişiydi. Operasyonun baş rolünde ise siyasilerden nefret eden ve siyasîlerin ellerini kelepçelemeye azmetmiş polis şefleri vardı. Muhtemelen yargı emir komuta zinciri içinde bu şeflerin alınmasını istediği kararları alıyordu.
1/19 Ocak 2014 MİT Tırları Operasyonu
1 Ocak 2014’te Hatay’ın Kırıkhan ilçesinde ve 19 Ocak 2014’te Adana’nın Ceyhan ilçesinde, Millî İstihbarat Teşkilatı’na ait olduğu bilinen ve içinde Suriye’ye gitmek üzere askerî mühimmat bulunan TIR’ların durdurulması olayı patladı. MİT tırları operasyonu da büyük bir ihtimâlle uluslararası boyutlara sahipti. MİT tırları kanuna aykırı şekilde FETÖ’cü savcı ve askerler tarafından silah taşıdığı iddiasıyla ve gerekçesiyle kasıtlı olarak durduruldu. Hedef Türkiye’yi ve Başbakan Erdoğan hükümetini uluslararası teröre, hassaten IŞİD’e destek veriyor göstermekti. Başarılı olunsaydı Erdoğan’ın uluslararası yargı organlarında yargılanmasının yolu açılacaktı.
Operasyonda FETÖ’cü savcı ve askerlerin (Jandarmanın) iş birliği söz konusuydu. Kanuna aykırı şekilde MİT tırlarının önü kesildi ve içlerinde silah olduğu deşifre edildi. Bu silahların hükümet tarafından IŞİD’e yollandığı öne sürüldü. IŞİD neredeyse tüm dünyanın kınadığı ve lanetlediği bir örgüt olduğu için ona yardım etmek hem dünya kamuoyu önünde ayıplanmaya hem de uluslararası yargı organlarının önüne gidişin önünü açmaya yeterli görüldü. Nitekim bu vaka daha sonraları gerek iç muhalifler gerekse dış dünyadaki Erdoğan düşmanları tarafından uzun süre kullanıldı.
15 Temmuz 2016 Darbe Teşebbüsü
Takvimler Temmuz 2016’nın başlarını gösterdiğinde Türkiye’de esas bürokratik vesayet ağının henüz her kesim tarafından FETÖ olarak adlandırılmaya ve anılmaya başlamamış Fetulahçı yapı olduğu bilinmekteydi. Bu yapıya Paralel Devlet Yapılanması, Otonom Yapılanma, Paralel Devlet gibi adlar verilmekteydi. 15 Temmuz 2016’da vuku bulan darbe teşebbüsü, hükümetin, kendisiyle mücadeleyi kolaylaştırmak için, bu yapılanmayı terörist ilan etmesi ve ona Fetulahçı Terör Örgütü (FETÖ) adını vermesiyle sonuçlandı.
FETÖ’nün Erdoğan’dan ve onun iktidarından hiç hoşlanmadığından ve onlardan her yol ve yöntemle kurtulmayı istediğinden hemen herkes haberdardı. Yarım asrı bulan geçmişinde özel bir bağlılık ve itaat kültürü geliştiren ve mensuplarından Batı’da Cizvit tarikatında ortaya çıkmış olan ‘ölü gibi itaat et’ ilkesine (Güngör, 2004) hiç tereddütsüz uymasını talep eden bu yapılanmanın ordu içinde mensuplarının olduğu da bilinmekteydi. Ancak bu ordu içi yapılanmanın tam boyutlarının ne olduğu hiç kimsenin malumu değildi. Bu yapılanmanın bir askerî kalkışmada bulunabileceği de zaman zaman dile getirilmekteydi.
Askerî kalkışma 15 Temmuz 2016’da gerçekleşti. Bu tarihin seçilmesinde FETÖ’nün ordu içindeki yapılanması hakkında yürütülen hukukî soruşturmaların ilerlemekte olmasının ve muhtemelen Ağustos 2016’da yapılacak Yüksek Askerî Şura toplantısında çok sayıda FETÖ’cünün tasfiye edileceğine dair haberlerin yayılmasının payı vardır. Diğer taraftan bir darbeler ülkesi olan Türkiye’de halkın darbeye direnmeyeceği, herkesin evlerine kapanacağı yolundaki tahminler ve beklentiler de darbeci eğilimleri teşvik etmiş olmalı. Nitekim, darbenin akamete uğramasından sonra darbe önderlerinin halka yönelik olarak sarf ettikleri aşağılayıcı, hakaretamiz sözler de halkın direnişinin yarattığı öfke patlamasının dışa vurumu olarak görülebilir.
Darbe teşebbüsü başarısız oldu. Bunda darbecilerin Erdoğan’ı öldürememesi veya ele geçirememesi, halkta yıllardır birikmekte olan darbe aleyhtarı duygu ve düşüncelerin adeta patlama noktasına gelmiş olması gibi faktörlerin rolü var (Yayla 2018, 40-49). Böylece Cumhuriyet tarihindeki, bu, kendisine Kemalist süsü vermeye çalışmasına rağmen, Fetulahçı darbe teşebbüsü başarısızlığa uğratıldı.
Sonuç
Görüldüğü üzere AK Parti iktidarları sadece her demokratik ülkede iktidarların yaptığını yapmaya çalışmakla sınırlı olamadı, bürokratik vesayetle bir tür ölüm kalım mücadelesi yürütmek zorunda kaldı. Kamuoyu bu olayların daha ziyade yukarda saydıklarımızdan ve ancak genel hatlarıyla haberdardır. Yazıda bahsedilmeyen MGK’nın yapısının değiştirilmesi ve sistem içindeki yerinin normalleştirilmesi, askerî yargının tasfiyesi (Erdem-Coşkun 2009), TSK İç Hizmetler Kanunu’nun bazen darbelere gerekçe olarak kullanılan 35. Maddesinin değiştirilmesi, medyada tek biçimliliğin sona erdirilmesi gibi hususlar da bürokratik vesayetle mücadele çerçevesinde değerlendirilmesi gereken işler ve işlemelerdir. Bu mücadele AK Parti’nin belki de isteyerek girdiği değil girmek zorunda kaldığı bir mücadele oldu, çünkü daha ilk iktidar günlerinden itibaren vesayet odakları iktidardan rahatsızlık duydu ve ondan bir şekilde kurtulma arayışına girdi. AK Parti bu arayışlara kendisi ve demokrasi adına cevap vermek zorundaydı ve verdi.
Bereket versin ki bu sefer bürokratik vesayet odaklarının çabaları sonuç vermedi ve AK Parti girdiği her seçimi kazanarak yoluna devam etti. AK Parti’nin her zaferi bürokratik vesayete bir darbe indirmek anlamına geldi. Şimdi Türkiye demokrasisinin bürokratik vesayetle mücadelesinde ibre ilk defa demokrasi lehine dönmüş vaziyette. Bu, vesayet tehlikesinin tamamen ortadan kalktığı anlamına gelmiyor elbette. Hem Kemalist hem de Fetulahçı vesayet odaklarının tortuları orada burada muhakkak bulunmaktadır. Ancak, artık eskisi kadar güçleri ve şansları yoktur. Her şeyden önce teşhir edilmişler ve büyük bir meşruiyet ve kuvvet kaybına uğratılmışlardır.
Bundan sonrası için yapılması gereken şeyler arasında en başta tüm siyasetçilerin ve siyasî partilerin vesayetçilere karşı ortak tavır alması geliyor. Vesayetçiler şu veya bu partinin düşmanı olmaktan ziyade demokratik siyasetin ve siyasetin ana aktörü olan demokratik partilerin düşmanlarıdır. Onların siyasete indireceği darbe, vereceği zarar, sadece şu veya bu partiyle sınırlı kalmayacak, tüm siyaseti kapsayacaktır (Yayla 2020).
AK Parti’nin vesayetle mücadelesinin hayli başarılı olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bu başarıda elbette parti liderliğinin önemli bir payı vardır. Ancak, gelişen ve değişen Türkiye sosyolojisi de bu başarının ortaya çıkmasında etkili olmuştur. Türkiye’de geniş kitleler demokratik hak ve özgürlüklere sahip ve siyasî iktidarların gelip gitmesinde esas belirleyici olarak yaşamak istemektedir. Siyasî kültürümüz bu istikamette değiştikçe askeri müdahalelerin yapılma ve bürokratik vesayetin yeniden kurulma ihtimâli azalacaktır.
KAYNAKLAR
-Akıncı, Abdülvahap (2013), “Türkiye’de Askeri Vesayetin Tesisi ve Demokratikleşmeye Etkisi”, Akademik İncelemeler Dergisi, n. 1, s. 93-123.
-Çolak, Aysel Özdemir (2019), “Türkiye’de Modernleşme, Bürokratik Vesayet ve ‘Derin Devlet’”, Opus, Cilt 11, n. 19, s. 2462-2504.
-Erdem, Fazıl Hüsnü ve Vahap Coşkun (2009), “Askeri Yargı ve Askeri Vesayet”, Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt 14, sayı 20-21, s. 87-136
-Erdoğan, Mustafa (1997), “Silahlı Kuvvetler, Darbe ve Demokrasi”, Yeni Türkiye, Yıl 3, n. 17, Eylül-Ekim, s. 273289.
-Güngör, Ali İsra (2004), Tanrının Şövalyeleri: Cizvitler, Ankara: Çağlar Yayınları
-Karatepe, Şükrü (2020) Türk Anayasa Hukuku, Ankara: Savaş Yayınları
-Mercimek, Şehriban (2018), “Bürokratik Vesayet Anlayışına Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin Etkisi”, USOBED, 2(2), s. 131-149.
-Pennington, Mark (2009), “The Bureaucracy”, ed. Judith Bara – Mark Pennington, Comparative Politcs, Sage, s. 145-173.
-Wilson, James O. (1975), “The Rise of the Bureaucratic State”, Public İnterest, Fall, s. 177-193.
-Yayla Atilla (2016), Siyaset Bilimi, Ankara: Adres Yayınları.
-Yayla Atilla (2018), July 15: The Glorious Resistance of Turkish Democracy, Ankara: Lİberte Publications.
-Yayla, Atilla (2020), “Bürokratik Vesayet Sistemi Tamamen Bitti mi?”, Kriter, Yıl 4, n. 44.
-Yayla, Atilla (2022), “Gezi İsyanları Niçin Anti Demokratikti?”, Türkiye gazetesi, 03.06.2922